Bu yazı babasız büyümüş bir danışanımızın kaleminden..
….
Babasız kızlar, babasız evler..
Ben, annem ve kardeşimle birlikte büyüdüm. Yani, babasız bir evdi bizimkisi. Babamın evde olduğuyla ilgili hatırladığım çok az anım var. Onların da neredeyse hepsi babamın anneme uyguladığı şiddet sahneleriyle dolu.
Daha ilkokula bile başlamamıştım babam bizi terk ettiğinde. Bir gün her zamanki gibi işe gitti, akşam eve gelmesini beklerken annemle telefonda tartıştıklarını duydum, bir daha eve dönmedi. O minik kız çocuğunun ömür boyu sürecek bekleyişi böyle başladı.
Annem, babamızın bizi başka bir kadınla gitmek için terk ettiğini söyledi. Terk etmek ne demekti ki? İnsanın babası annesi dışında kadınlarla da evlenebilir miydi? Peki o zaman biz ne olacaktık? Artık babamız değil miydi? Ama daha sabah işe giderken her zamanki gibi bir gündü. Akşam eve dönecek, gelirken bize çikolata getirecekti. Nasıl oldu da babam bir anda yok oldu…
Herhalde ben babam için yeterince değerli ve iyi bir çocuk değildim ki, hayatını benim yerime yabancı bir kadınla birlikte yaşamayı seçti. Demek ki ben bir çöp kadar değersizim. Babası tarafından bile çöpe atar gibi bir kenara atılıp bırakılan…
Boşanma davasında annemin mahkeme salonuna girerken bana “sus, sakın sesini çıkarma, yoksa seni benden alıp babana verirler” dediğini, o kapıda beklerken yaşadığım duyguları hiç unutamadım. Kırmızı ayakkabılarım vardı, onlara bakarak başımı kaldırmaya bile korkarak beklemiştim. Çünkü “yaramazlık yaparsam hakim amca beni annemden alır babama verirdi ve babam çok kötü biriydi!”
Aileler minicik çocukların omuzlarına böyle böyle yüklerle travmalar ekliyormuş meğerse…
5 yaşından 25 yaşına kadar kırmızı ayakkabılardan nefret ettim…
Annem hep, babamın bizi terk ettiğini ve kötü biri olduğunu söylüyordu. Babamdan korkuyordum. Bizi görmeye geldiğinde yanına çıkmak bile istemiyordum. Zaten nadiren gelirdi ve kapıdan uğrayıp giderdi. Ne fiziksel olarak ne de duygusal olarak bir babamın olduğunu hiç hissedemedim. Sadece bize maddi destek veriyordu. Babalığın bundan ibaret olduğunu sanıyor ve bizi mağdur etmediğini söyleyerek kendisiyle gurur duyuyordu.
Babam için para vermek babalık, annem için ise temel fiziksel ihtiyaçları karşılamak annelikti.
Yetişkin olduktan sonra yıllarca süren terapi sürecimde bir gün terapistim bana demişti ki: “Babana sormak isterdim; hangi meblağ küçücük bir kız çocuğunu babasız bırakmanın bedelini karşılayabilir? 400 lira mı, 400 bin lira mı, 400 milyon lira mı? En büyük para bile karşılığı olamaz…”
Halbuki ben bir kez bile babamın elinden tutup birlikte bir yere gidemedim. Düşündüm de, hayatımdaki özel zamanların hiçbirinde yanımda yoktu. Ne iyi günümü ne kötü günümü onunla paylaşamadım. Okulların ilk günleri, mezuniyetler, hastalıklar, ilk okumam, ilk mutluluğum, ilk mutsuzluğum, ilk başarım ya da başarısızlığım…
Babam giderken güven duygumu da alıp götürmüştü sanki. İçimde sadece korku kalmıştı.
Evimiz benim için bir “korku evi” olmuştu.
Korkunç bir karanlığın içinde yapayalnızdım.
Geceleri evde bizi koruyacak bir baba olmadığı için hep korkuyordum.
Geceleri sabaha kadar uyumayıp adeta bir bekçi gibi kötü bir şeyler olursa diye bekliyordum. Annem ve kardeşim mışıl mışıl uyurdu. Benim ne yaşadığım kimsenin umurunda değildi. Gece boyunca tek başıma çok ciddi korkularla boğuşuyordum. Ancak sabah olduğunda uyuyabiliyordum.
Gece korku içinde beklerken saat 3 civarında geçen çöp arabasının sesini duyduğumda bir kaç dakika da olsa rahatlardım. Çünkü sadece o anda yalnız olmadığımı hissederdim. Annem benimle “sen çöpçü ol” diyerek dalga geçiyordu. Bense gayet ciddiydim. Çocuk aklımla “çöpçüler sadece gece çalıştıkları için çöpçü olmak istediğimi, bu sayede geceleri yalnız olup korkmaktan kurtulabileceğimi!” düşünüyordum.
Boşandıktan kısa süre sonra bir sabah ben uyurken babam eve gelmişti, annemle birlikte nasıl bir mizah(!) anlayışları varsa, bana “bak baban eve dönmüş” diyerek gülüşmüşlerdi. Gerçekten eve döndüğünü sanmıştım, çünkü minicik bir çocuktum ve ebeveynlerim ne derse ona inanıyordum. Halbuki sadece kalan eşyalarını almaya gelmişti babam.
Böylece 10 dk sonra benim şaşkın bakışlarım arasında tekrar terk edilmiş oldum.
“Çocuktur anlamaz, çocuğa bir şey anlatmaya gerek yoktur” gibi düşüncelerin bile nasıl zarar verdiğini şimdi çok daha iyi anlıyorum.
Ortaokul yıllarımda, okuldan bir arkadaşım evden beni aradığında telefonu dayım açmıştı, arkadaşım onu babam sanmıştı, sonra bana “telefonu açan baban mıydı” dediğinde “evet” demiştim. Çocuk aklımla arkadaşıma “benim de bir babam olduğunu!” kanıtlamıştım ve çok mutlu olmuştum.
Bir keresinde de evde arkadaşımla oyun oynuyorduk, akşamüstüydü, babam kapıyı çaldı; arkadaşım, babam eve geldi zannedip “ben artık gideyim” dedi. Halbuki sadece babamın kapıdan uğradığı nadir anlardan birine denk gelmişti. Bu tesadüf yine aynı şekilde “babamın olduğunu” kanıtlamamı sağladığı için çok sevinmiştim. Çünkü arkadaşlarıma annemle babamın boşanmış olduğunu söylemeye çok utanıyordum.
Kardeşimle annem ve ben kusurlu/anormal/hatalı/yanlış insanlar olduğumuz için babam bizi bırakıp gitmişti ve bunu kimseye söylememeliydik.
Halbuki benim her akşam eve gelip kapıdan içeri giren, gece evde bizimle kalan bir babam yoktu. Benim dışımdaki bütün çocukların ise öyle babaları vardı. O küçük kız çocuğu öyle olduğunu sanıyordu…
“Babasız Kız Projesi”ni geliştiren araştırmacılara göre:
“Babadan güven ve istikrar duygusu sağlaması beklenir. Babasız bir kızın ayırt edici özelliği terk edilme korkusudur. Baba figüründen ihtiyaç duyduğu yönlendirmeyi alamadığı için, hayatta kalma oyununu kendi başına kurmak zorundadır. Baba kaybı, bir kızın yaşamının her alanında büyük tahribatlar meydana getirir. Babasız kızlar, ilişkilerinde ve sosyal hayatlarında erkeklerle etkileşimde zorluklar yaşarlar. Bu durum, rastgele ilişkiler ya da yakınlıktan tamamen kaçınma, yalnızlaşma, madde kötüye kullanımı, kaygı ve depresyon gibi olumsuz durumlara yol açabilir. Azalan benlik saygıları nedeniyle bilinçaltlarında, ilişkilerde daha azını kabul etmeleri, sevilmek için çok çabalamaları gerektiği ve iyi şeylere layık olamayacaklarına dair güçlü inançlar taşırlar.”