Kategori: <span>Bireysel Terapi</span>

Depresyon Tedavisi İzmir

Depresyon Nedir? Depresyon Tedavisi

DEPRESYON

Depresyon bir duygudurum bozukluğudur. Duygudurum içsel olarak yaşantılanan, kişinin davranışları ve dünyayı algılamasını değiştiren hakim ve sürekli duygu tonudur. Duygulanım ise duygudurumunun dışa ifade edilmesidir. Duygudurum normal, yükselmiş ya da çökkün olabilir. Depresyonda duygudurumunun çökkün hali görülür.

Depresyon için risk faktörleri:

  • Düşük benlik saygısı ve çok bağımlı olma, aşırı özeleştiri yapma veya aşırı kötümser olma gibi bazı kişilik özelliklerinin
  • Fiziksel veya cinsel istismar, ölüm veya kayıp gibi travmatik veya stresli olaylar, zor bir ilişki ya da finansal problemlerin
  • Genetik akrabaların tıbbi geçmişlerinde alkolizm, bipolar bozukluk, depresyon, veya intihar öyküsü olmasının,
  • Lezbiyen, gey, biseksüel veya transseksüel bireylerin çevresindeki ortamın destekleyici olmamasının
  • Anksiyete bozukluğu, yeme bozuklukları veya travma sonrası stres bozukluğu gibi diğer zihinsel sağlık bozukluklarının varlığının
  • Ağır alkol, sigara veya uyuşturucu kullanımının
  • Kanser, felç, kronik ağrı veya kalp hastalığı dahil olmak üzere ciddi veya kronik hastalıkların
  • Yüksek tansiyon ilaçları veya uyku hapları gibi bazı ilaçların kullanımın, bireylerde depresyonun gelişmesi riskini daha artırdığı gözlemlenmiştir.

Depresyonu açıklarken Abramson ve Seligman (1978), Öğrenilmiş Çaresizlik kuramını geliştirmiştir. Buna göre depresyonun oluşumu çocukluktan beri karşılaşılan acılı uyaranlardan kaçmayı, kurtulmayı bilmeme ve çaresiz kalma durumu olarak açıklanmıştır. Depresif birey genellikle başarısızlık nedeniyle içsel, değişmez ve genel nedensel yüklemeler yaparken başarıda ise dışsal, değişebilir ve özel nedensel boyutta yüklemeler yapmaktadır.

Davranış bilimcilerine göre depresyon, uygunsuz ve yetersiz etkenlerin pekiştirilmesi bazı destekleyici etkenlerin ise geri çekilmesi sonucu gelişir.

Depresyonun psikoanalitik kurama göre açıklanması da geleceğe yönelik karamsarlık duygusu ve özsaygının kaybı temel alınarak yapılmıştır. Özsaygı yitiminin geleceğe yönelik umutsuzluğu etkilediği gösterilmiştir.

Bibring (1953), depresyonun psikopatolojisini ego kavramı içinde açıklamıştır. Buna göre her bireyin güçlü ve özsever nitelikte uyumlu ve değerli olması için gerçekleştirmeye çalıştığı beklentileri vardır. Depresyon ise bu beklentilerin kesintiye uğrayarak güçsüz ve çaresiz olma durumudur. Bu beklentiler şu aşamalarda geçer:

  1. Değerli, sevilen, istenen birey olmak; değersiz olmamak,
  2. Güçlü, üstün, güvenli olmak; güçzsüz ve güvensiz olmamak,
  3. İyi ve seven olmak; saldırgan ve yıkıcı olmamak ister.

Depresyon ile ilgili geliştirilen kuramlardan bir kısmı depresyonda olumsuz düşünce, beklenti ve yanlış öğrenmenin etkin olduğunu gösterip umutsuzluk ile ilişki kurmuşlardır. Bunlardan biri de Beck (1979) tarafından geliştirilen bilişsel bozukluk kuramıdır. Beck depresyonu şematize ederken üç kavram tanımlanmıştır:

  1. Bilişsel üçlü: Kişinin kendisi, çevresi ve geleceği ile ilintili inançları kapsar.
  2. A) Hasta kendini yetersiz, değersiz bulur. Yaşamı ona göre hayal kırıcıdır.
  3. B) Çevresi ona yardım etmemektedir, yaşantısı yetersizdir.
  4. C) Geleceğinden umutsuzdur, uzun dönemli amaçları yoktur. Böylece olumlu bir davranış başlatamaz.
  5. Sessiz kabullenişler (şemalar): Depresif kişi kendisinin de açıklayamadığı bazı inanç ve kuKallara sahiptir. Hasta coşkularını, bilgilerini ve davranışlarını bu kurallara dayandırır. Örneğin eşi iltifat etmezse “artık beni beğenmiyor, beni kimse sevmiyor, değersizim” düşüncesi oluşur.
  6. Bilişsel hatalar: Gerçek olayla, hastanın bu olayla ilgili olumsuz otomatik düşünceleri kıyaslanarak mantık hataları kurulur. Örneğin, keyfi anlam çıkarma, seçimli dikkat, genelleştirme, büyütme, küçültme ve özelleştirme gibi.

Mutsuzluk, olumsuz gelişmelere karşı insanların verdiği olağan tepkilerin bir parçasıdır. Mutsuzluk beklenenden uzun sürerse, koşulların zorluğuyla orantısızsa ya da kişinin kontrolünün ötesindeyse, çökkün duyguduruma ilişkin bir semptom olabilir. Çeşitli beden hastalıklarında ve farklı psikiyatrik sendromların seyri esnasında çökkün duygudurum ve duygulanım ortaya çıkabilir.

Depresyonda çökkün duygulanım, enerji azlığı ve ilginin ya da alınan zevkin kaybı çekirdek özelliklerdir. Konsantrasyon azlığı, özgüven azalması, suçluluk duyguları, karamsarlık, kendine zarar verme ya da özkıyım düşünceleri, uyku düzeninde bozulma, iştah değişiklikleri ve libido azalması diğer sık görülen belirtilerdir. Sosyal ve mesleki işlev bozulur. Depresyon tanısı koyulması için tablo en az iki hafta sürmelidir. Her depresyon atağı farklı şiddette olabilir. Semptomların sayısı, tipi ve yoğunluğu, depresyonun şiddetini belirler.

Depresyonda uykunun sirkadyen ritmi sıklıkla bozulur. Uykuya dalmada güçlük, erken uyanma, sık sık uyanma ve hipersomni sık görülür ve önemli depresyon semptomlarındandır.

Depresyon Nasıl Tedavi Edilir?

Depresyonu olan çoğu insan için ilaçlar ve psikoterapi etkilidir. İlk aşamada doktor veya psikiyatrist semptomları hafifletmek için çeşitli ilaçları reçete edebilir.

Bununla birlikte, depresyonu olan birçok insan bir psikiyatristpsikolog veya psikolojik danışman ile gerçekleştirilecek psikoterapilerden de faydalanabilir.

Şiddetli depresyon durumunda hastanede yatmak veya belirtiler düzelene kadar ayaktan tedavi programına katılmak gerekebilir.

 

Psikoterapi

Psikoterapi, bireyin bir ruh sağlığı uzmanı ile durumu ve ilgili konular hakkında konuşarak depresyonun tedavisini sürdürmesi için kullanılan genel bir terimdir. Psikoterapi konuşma terapisi veya psikolojik terapi olarak da bilinir.

Depresyon için bilişsel davranışçı terapi veya kişilerarası terapi gibi farklı psikoterapi türleri etkili olabilir. Psikoterapinin yardımcı olabileceği konular arasında:

  • Başkalarıyla olumlu ilişkiler, deneyimler, ve etkileşimler geliştirmek,
  • Bir krize ya da zorluğa adapte olmak,
  • Depresyonu ağırlaştıran davranışları saptayıp, değiştirmek.
  • Gerçekçi hedefler belirlemeyi öğrenmek,
  • Hayata dair bir memnuniyet ve kontrol duygusu kazanmak,
  • Olumsuz inanç ve davranışları tanımlamak ve sağlıklı, pozitif olanlarla değiştirmek,
  • Sorunları çözmek ve onlarla başa çıkmak için daha iyi yollar bulmak,
  • Umutsuzluk ve öfke gibi depresyon belirtilerini hafifletmeye yardımcı olmak yer alır.
Aldatma Psikolojisi Aldatılma Psikolojisi

Aldatma Psikolojisi

Aldatma psikolojisi romantik ilişkilerde aldatılmış veya aldatmış kişilerin sıklıkla araştırdığı konular arasındadır. Aldatmanın psikolojik arkaplanı psikolojik danışma hizmeti veren uzmanlar için de oldukça önemlidir. Aldatma, evli ya da duygusal bir ilişki içindeki kişilerden birinin bir başka üçüncü kişi ile duygusal veya cinsel düzeyde ilişkiye girmesi olarak tanımlanabilir.

İnsanların sosyal anlamda temel ihtiyaçları kabul edilmek, beğenilmek, onaylanmak, güvenmek ve sevilmektir. Kişi kendini mutsuz, önemsiz, değersiz hissettiğinde bu temel ihtiyaçlarını karşılamak için çareler arar, başka kişilerin kendisine değer vermesi onu mutlu eder. Bu gibi durumlar kişileri aldatmaya sürükleyebilir.

Devamı

İzmir Psikolog Yorumları

Sınır Koymak Neden Önemlidir?

SINIRLARIMIZI BİLMEK ÖZGÜRLEŞTİRİR!

Kişisel ilişkilerinde sınır koymakta zorlanan çok sayıda kişi psikolojik destek almak üzere başvurmaktadır. Sınır koyamamak, hayır diyememek hem özel ilişkilerde, hem de sosyal ilişkilerde sorunlara yol açmaktadır.

Fiziksel dünyada sınırların görülmesi kolaydır. Fiziksel sınırlar, kimin tapu sahibi olduğunu gösteren mülk sınırını işaret eder. Manevi dünyada ise sınırlar görünür olan sınırlar kadar gerçektir, ancak bu sınırları görmek daha zordur.

Sınırlar kendimizi, kim olduğumuzu ve kim olmadığımızı belirler. Sınır, benin nerede bittiğini ve bir başkasının nerede başladığını görmemizi sağlar.

Neye sahip olduğumuzu ve nelerden sorumlu olduğumuzu bilmek bizi özgürleştirir. Mülkiyetimizin nerede başlayıp bittiğini bilmek; istediğimizi yapmakta ve hayatımızın sorumluluğunu üzerimize almak konusunda pek çok seçenek sunar. Hepimizin kendi içinde yaşayabileceği bir dünya vardır, yani bizi “biz” yapan şeylerden kendimiz sorumluyuz. Kendi ruhlarımızda olup bitenlerle ilgilenmek zorundayız. Sınırlarımız, ilgilenmek zorunda olduğumuz şeyin ne olduğunu tanımlamamıza yardımcı olur. Bunları bilmiyorsak veya yanlış öğrenmişsek çok büyük acı çekeriz.

Sınırlar nelerden sorumlu olduğumuzu göstermenin yanı sıra, nelerin mülkümüzde olmadığını ve nelerden sorumlu olmadığımızı da tanımamızı sağlar. Örneğin; insanların kendi sorumluluklarının bilincinde olarak başkalarına yardım etmesi oldukça insani bir durumdur. Sevdiklerimizin ya da yardıma ihtiyaç duyan insanların yapamadıkları şeyleri gerçekleştirmeleri adına kendimizden ödün vererek, aynı zamanda başkalarına karşı da sorumluluğumuzu yerine getirmiş oluruz. Peki bunun sınırı nerededir?

Diğer yandan; hayatımızın kendi yükümüz olan belirli taraflarının sorumluluğunu da almamız gerekir. Bazen bu yükler; başkalarıyla ilgili aldığımız diğer sorumluluklarla büyük kayalar gibi gelebilir ve bizi ezebilirler. İnsanlar “kayalar” günlük yükleriymiş gibi davrandıklarında ve yardım almayı reddettiklerinde sorunlar ortaya çıkar. Böylece insanlar acı çeker, depresyon, anksiyete bozukluğu gibi psikolojik rahatsızlıklarla yüzleşirler

Acı çekmemek ve psikolojik sağlımızı korumak için, “ben” kavramının ne olduğunu, sorumlulukların sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini doğru olarak belirlemek çok önemlidir.

Bazı eğilimlerimiz ve korkularımız bizi sınırlar belirlemekten alıkoyar;

  • Sevgiyi kaybetme veya terk edilme korkusu: Evet diyen ve sonra evet dediği için rahatsız olan insanlar, başkalarının sevgisini kaybetmekten korkarlar. Bu kendini başkalarına adayan insanlarda yoğun olarak görülen bir eğilimdir. Sevgi için verir, bunu alamayınca da kendilerini terk edilmiş hissederler.
  • Başkalarının öfkesinden korkmak: Eski incinmiş duygular ve zayıf sınırlar yüzünden bazı insanlar, hiç kimsenin kendilerine kızmasına tahammül edemez.
  • Yalnız kalma korkusu: Bazı insanlar, sevgi kazanacaklarını ve yalnızlıklarının sona ereceğini düşünerek başkalarına boyun eğerler.
  • İçimizdeki “iyi insanı” kaybetme korkusu: Pek çok kişi hayır dediğinde başkalarının duygularını incitmekten korkar ve evet demek zorunda hissederler.
  • Suçluluk duygusu: Pek çok kişi için vermek eyleminin nedeni suçluluk duygusudur. İçlerindeki bu duyguyu yenebilmek ve kendileri hakkında iyi şeyler hissedebilmek için yeteri kadar iyilik yapmaya çalışırlar.
  • Geri ödeme: Bazı kişiler aldıkları şeylere eklenmiş bir de suçluluk mesajı bulur. Örneğin; anne babalar şöyle söyler; “Ben hiç senin kadar iyisine sahip olmadım.” Kendilerine verilenlerin tümünü geri ödemek için kendilerini yükümlülük altında hissederler.
  • Kendini başkalarının kayıplarıyla gereğinden fazla özdeşleştirme: İnsanlar pek çok kez, kendi düş kırıklıkları ve kayıplarıyla zamanında yeteri kadar ilgilenmemiştir. Bu nedenle bir başkasını “hayır” diyerek yoksun bıraktıklarında, onun üzüntüsünü sonuna kadar hissederler. Birisini bu denli kırmaya tahammülleri olmadığı için isteklerine boyun eğerler.

Önemli olan; kendi sınırlarınız içinde özgürleşerek, korkularınızdan, kaygılarınızdan bağımsız olarak başkalarına yardım etmektir. Eğer yardım etme eylemi; sizi mutluluk ve neşeye götürmüyor tam tersine yorucu, sizi kendi ihtiyaçlarınızdan/önceliklerinizden uzaklaştıran, strese yol açan, rahatsız edici bir hal alıyorsa kendi sınırlarınızı belirlemeye ihtiyaç duyuyor olabilirsiniz. Bu durum gündelik yaşamınızı olumsuz etkiliyor ve yalnız başa çıkamıyorsanız yardım almayı düşünebilirsiniz.

İlişkilerde Şema Kimyası

Takıntılar

Ruh bilimindeki adıyla OKB, yani Obsesif Kompülsif Bozukluk. Halk dilindeki adıyla vesvese – takıntı bozukluğu olan OKB uzun zamandır psikiyatrinin kanseri olarak bilinmekte.

Bu tanımlamaya rağmen umutsuz olmamak gerek. OKB nin belirli ilaç tedavileri ve Bilişsel Davranışçı Terapiyle belirtilerinde iyileşme mümkün.

Nedir bu OKB ?

OKB, takıntılar (obsesyonlar) ve bu takıntıların verdiği rahatsızlıktan kurtulmak için yapılan hareketlerden (kompülsiyon) lardan oluşur. Kişi takıntılarını veya davranışlarını saçma bulmasına rağmen bunları düşünmekten veya bu hareketleri yapmaktan kendini alıkoyamaz.

Eve misafir geldiğinde misafirlerin her dokunduğu         şeyi yıkayan, yıkanamayacak bir eşya ise bu eşyayı atan birini veya dini hassasiyetleri olan birisinin namaz kılarken Allah’ın varlığından kuşku duyma şeklinde düşüncelerinin aklına gelmesi ve bununla beraber ibadetlerini yerine getirememesi OKB’a örnek olarak verilebilir.

OKB ortalama olarak 21 yaşlarında başlar ve her 100 kişiden 2-3 ünde görülür. Hastaların %65 inde bozukluk 25 yaşından önce ortaya çıkar. Genetik faktörlerin etkisinin en büyük olduğu psikiyatrik rahatsızlardan biri olan OKB la ilgili yapılan çalışmalar sonucunda OKB hastalarının 1. derece akrabalarının %35 inin bu bozukluktan etkilendiği bulunmuştur.

“En çok rastlanan obsesyon bulaşma (herhangi bir hastalık veya tiksinilen bir nesneye temas vb) ve buna beraber ortaya çıkan temizlenme kompülsiyonudur. Aşırı el yıkama bazen derinin tamamen tahrip olmasına dahi yol açabilir; kişi günün büyük bir kısmını yıkanarak veya bulaşma korkusuyla dışarı çıkmayıp kendini izole ederek evde geçirebilir. Sıklıkla rastlanılan bir diğer takıntı şüphe (ocak açık mı? kapı kilitli mi? her şey yerli yerinde mi? hata yaptım mı?) dır. Bu şüpheler ise kontrol kompülsiyonuyla beraberdir. Örneğin kapının kilitli olup olmadığını kontrol etmek için defalarca eve geri dönülebilir, ışığın açık kalıp kalmadığını kontrol için defalarca yataktan kalkılabilir veya verilen bir işi hatasız yapıp yapmadığından emin olmak adına aynı yazı yüzlerce kez kontrol edilebilir, bazı sözlerin söylendiğinden emin olana kadar defalarca tekrar edilebilir. Bunların dışında birçok obsesyon olabilir, örneğin cinsel, dini takıntılar (günahkar mıyım, değil miyim?), kötülük veya kötü birşey yapacağından korkma takıntısı, kontrolü kaybedebileceğinden korkma, herşeyin yerli yerinde ve düzgün(simetrik) olması takıntıları da klinikte sık görülen takıntılardandır.”

Her takıntılı davranış OKB mudur? Örneğin yeni ayrıldığımız sevgilimizi sürekli düşünmek, aklımızdan atmaya çalışmamıza rağmen atamamız obsesyon olabilir mi?

Burada önemli olan birkaç nokta var. Bunlardan ilki kişinin bununla mücadele ederken günlük işlevinin bundan ne kadar etkinlendiği, ikincisi obsesyonlarını ve kompülsiyonlarını kişi genelde saçma bulur, saçma bulmasına rağmen bunu yapmaya engel olamaz. Üçüncüsü ise obsesyonlar genelde kişilerin değer yargılarına ters düşüncelerden oluşur.

BDT Tedavinin İçeriği

Adından da anlaşılacağı üzere BDT ağırlıklı olarak bilişlerle ve davranışlarla çalışır. OKB da hatalı inanışlar değiştirilip yeniden uyarlanır, bu rahatsızlığa sahip olan kişiler tehlikenin oluşma ihtimalini ve tehlikenin sonuçlarını abartılı olarak     yorumlamaya meyillidirler. Sorumluluklarını ve sorumluluklarının sonuçlarını da abartırlar. Bunların yanında da belirsizliğe tahammülsüzlük, mükemmeliyetçilik, yoğun kontrol etme isteği de OKB li bireylerin öne çıkan diğer hatalı düşünce alanlarıdır.

Davranışçı terapide ise temel kural olan rahatsız edici şeylerin üstüne gitme tekniği uygulanır. Kişiden aşamalı olarak rahatsız edici şeyin üstüne giderken, tepkisinin engellemesini yani kompülsiyonları yapmaması istenir. Bir örnek üzerinden gidersek terapide istenen şey bulaş takıntısı olan birinin aşamalı olarak kirli yere dokunması, bu dokunmadan sonra ellerini yıkamaması veya yıkamayı aşamalı olarak engellenmesi beklenir. Kişi davranışçı terapi sayesinde kaygısı aşamalı olarak azalır ve kaygıyla başa çıkmayı öğrenir.

Kaynakça:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/616039

https://www.psikiyatri.org.tr/halka-yonelik/29/obsesif-kompulsif-bozukluk

Derin ve Görünmeyen Yaralar: Travmalar

İnsan yeryüzünde varlığından beri doğanın yıkıcılığı karşısında sürekli bir hayatta kalma çabası içindedir. Bu çaba mücadeleyi gerektirir ve bu mücadele bazen kazanılırken bazen kaybedilir. Mücadelelerde yaralar alınması ise kaçınılmazdır.

Yaşamda izi silinemeyen ağır olaylar büyük korkuların, çaresizlik ve güçsüzlük duygusunun ortaya çıkmasına neden olur. Ağır olayları yaşayan kişiler duygularını, düşüncelerini yani ruhsal durumlarını tanımlarken travma olarak adlandırır. Hepimizin bildiği tanıma göre travma budur.

Amerikan Psikiyatri Birliği Psikiyatride Hastalıkların Tanımlanması ve Sınıflandırılması El kitabı yani DSM-V e göre ise travma “Gerçek bir ölüm veya ölüm tehdidi, ciddi yaralanma veya cinsel şiddete maruziyet” şeklinde tanımlanmakta.

Hepimizin birbirimizden farklı olmamızla beraber hepimizin ruhsal hassaslığı da birbirinden farklıdır. Bu yüzden kimimize göre normal görülebilen olaylar kimimizi çok derinden etkileyip kişi tarafından travma şeklinde adlandırılalabilir. Bununla beraber doğal afetler, kazalar, beklenmedik ölümler, ciddi ölümcül hastalıklara yakalanma, savaş-işkence-tecavüz travmaya yol açabileceği bilinen olaylardan bazılarıdır. Bu noktada yapılan araştırmalar göstermiştir ki insan eliyle yaratılar travmaların yıkıcı etkileri daha yüksektir.

Günümüz dünyasında travmalarımız geçmişten biraz daha farklı. Tarihsel olarak travmalar fiziksel acı eksenindeyken, bugün ise fiziksel acıdan ziyade bizi etkileme düzeyiyle ölçülmekte. Bundan dolayı bir ilişkimiz bittiğinde, işimizi kaybettiğimizde veya bir yakınımızı kaybettiğimizde kısaca bizi derinden etkileyen ve çaresiz hissettiren her duruma travma ismini verebiliyoruz.

Travmaya çeşitli şekillerde tepkiler veriyoruz. Bu tepkiler anormal bir duruma verilen anormal tepkiler oluyor ve bu gayet normal. Verilen tüm tepkiler bedenimizin ve zihnimizin bu durumdan kurtulmak için yaptığı mücadelenin bir sonucu. Bu tepkiler duygusal, zihinsel, fiziksel ve davranışsal boyutta olabilir. Bunlar;

Duygusal: Şok, korku, üzüntü, öfke, çaresizlik, suçluluk, utanç, umutsuzluk, değersizlik, kaygı, endişe, pişmanlık, karamsarlık, şüphe, güvensizlik, yetersizlik, yalnızlık

Zihinsel: İnkar, dikkat dağınıklığı, unutkanlık, rahatsız edici rüyalar, intihar düşünceleri, travmatik olaya dair çok canlı imgeler, travmayı yeniden yaşama, rüyada gibi algılama, çarpık/hatalı düşünceler

Fiziksel: baş ağrısı, göğüs ağrısı, mide bulantısı, kalpte/boğazda sıkışma, gürültüye karşı duyarlılık, iştah artması/azalması, nefeste darlık, yorgunluk, ağız kuruluğu, uyku problemleri, iştah artışı/kaybı, titreme, çarpıntı

Davranışsal: Ani ve/veya aşırı tepkiler verme, içe kapanma, kaçınma, kayıtsızlık, çok ağlama ya da ağlayamama, dikkatsizlik, düşünmeden risk alma, alkol ve madde kullanımı

Bazı durumlarda, olayın üzerinden zaman geçtiği halde tepkilerin yoğunluğu devam edebilir ve kişinin gündelik yaşamını sürdürmesini engelleyecek boyuta gelebilir. Olayın üzerinden bir ay geçtikten sonra hala devam eden travmayı yeniden yaşantılama, olayı hatırlatan yerlerden ya da durumlardan sürekli kaçınma, aşırı hassasiyet ve sinirlilik gibi aşırı uyarılma tepkileri Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) belirtileri olabilir.

Travmatik yaşantının açtığı yaraların iyileşmesi zaman alır. Bu, yaşanılan travmanın kabul edildiği ve buna eşlik eden yasın tutulduğu bir süreçtir. Yaşanılan kaybın telafisi mümkün olmasa da, bu sarsıcı deneyim ile baş etmeye çalışırız. Anormal deneyime verdiğimiz anormal tepkiler olay geçtikten sonra da etkisi sürdürüyorsa hâlâ diken üstündeysek diken üstünde olmak bizim günlük işlevselliğimizi bozuyorsa yardım almayı düşünebilirsiniz.

Kaynakça:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/382265

https://www.journalagent.com/phd/pdfs/PHD-29392-REVIEW-INCI.pdf

https://www.bilgi.edu.tr/upload/tramva/

Kanserde Psikolojik Destek

Yalnızlık

“Yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım, yalnız olduğumu söyleyebileceğim kimse olmadığı için yalnızım ben.” şeklinde tarif edilmiş yalnızlık..

Literatüre göre yalnızlık açıklanması ve tarif edilmesi oldukça karmaşık bir terimdir. Bu noktada literatür tarandığı zaman karşımıza çeşitli tanımlamalar çıkmaktadır. “Peplau ve Perlman (1982), yalnızlığın bireyin arzuladığıyla gerçek ilişkileri arasındaki farktan kaynaklandığını belirtir. Younger ise yalnızlığı başkalarına duyulan özleme karşın tek başına olma hissi olarak ifade eder. O’na göre yalnız, yalnızlık duygusunu amaçsızlık ve sıkıcı bir durum olarak deneyimler ve bu durum insana amaçsız ve faydasız olduğu hissini verir (Younger, 1995: 59). Weiss (1973) ise yalnızlığın, ayrılmanın tehlikelerinden korumak için bireyde olumsuz bir duygu ortamı yarattığını ve böylece yakınlığı arttırıcı bir mekanizma işlevi gördüğünü belirtir.”

Günlük hayatta ise yalnızlık “bir karpuz alamamak tek başına, yıllarca gidip gelip pazara oraya buraya tek bir karpuzu alıp da eve getirememek, tek başıma bitirememek, güldüğünde yanındakine dönüp ya nasıldı komik miydi diye soramamaktır yalnızlık, paylaşamamak, anlatamamak. Tek başına oturmaktır yalnızlık, bir başına, bir başına oturup öyle boşluğa bakmaktır yalnızlık.”

İnsanlık tarihinden beri insanoğlunun gündemlerinden biridir yalnızlık. Bu his bazen kalabalıklar arasında hissedilirken bazen fiziksel olarak çevrede kimse olmadığında da hissedilir. Bazen de bu hisse ihtiyacımız olur, yalnız kalmak isteriz. Bu hissi tanıyoruz hem de çok yakından. Anne karnında sarmalandığımız günlerden sonra dünyaya geldiğimizde yalnızızdır aslında, yalnız ve muhtaç. Yalnız kaldığında hayatta kalamaz bebek, o yüzden yalnızlık korkunçtur bir deneyimdir onun için. Bir bakım verene mutlak ihtiyacı verdir belli bir süre. Yalnızlık = Ölüm denklemi insan zihnin derinlerine o günlerden işlenir, hayatımızın geri kalanında bu kaygıyla yaşarız. Ya yalnız kalırsam ?

Her ne kadar kaçmaya çalışsak da bu derin duygudan, her bir ayrılık bize o ilk günkü korkuyu hatırlatır.   O yüzdendir belki ayrılıkların bu kadar yaralayıcı olması.

En nihayetinde insan sosyal bir varlıktır, kendini bildi bileli topluluklar halinde yaşamıştır. Yalnızlıktan sürekli kaçmaya çalışmasının sebeplerinden bir de budur, toplum içinde var olmak isteri insan. Bu toplulukların içinde kendini anlaşılmış, işe yarar ve amaçlı hisseder. Eğer kendisini anlaşılmamış, amaçsız, işe yaramaz hissederse kendi kabuğuna çekilir ve yalnız kalır. Kısır bir döngüye giren insan, anlaşılmadığını hissettiğinden dolayı çevresinde kimseyi istemez, çevresinde kimseyi istemediği için de artık anlaşılamayacaktır. Bu bataklık onu yiyip bitirir.

Yalnızlığı yordayan birçok etmen varken bunlardan önemli bir tanesi yaştır. Yalnızlık ergenlerde ve yaşlılarda daha fazla hissedilir. Yaşlılarda bunun nedeni yaşlıların bakıma ihtiyaç duyması, çocuklarının evden ayrılmış olmaları, eşinin veya arkadaşlarının ölmüş olabileceğidir. Bununla birlikte bahsettiğimiz emeklilikle beraber ortaya çıkan işe yaramıyorum hissi de yaşlıların yalnızlık hissini arttıran bir faktör denilebilir.

“Yalnızlık insanı hassaslaştırır. Hassas olan insan daha fazla görür, daha fazla duyar, daha fazla incinir. Yalnızlık insanın ruhsal bağışıklık sistemini de zayıflatır. Bu konudaki bazı çalışmalarda yalnızlığın fiziki ve ruhsal sağlığı bozabileceği hatta aşırı yalnızlığın ölüme bile yol açabileceği belirtilmiştir.”

Yalnızlığın ruhsal bozuklukla alakalı olduğuna ilişkin fikirler ise oldukça fazladır (Jackson and Cochran 1991, Barron 1994, Foxall 1994). Örneğin, yalnızlıkla depresyonun birbirleriyle korelasyon içinde olduğu söylenmektedir. Harowitz ve arkadaşları, yalnız bir kişinin, depresif olarak tanımlanma olasılığının, %45, depresif bir kişinin yalnız tanımlanma olasılığının ise %29 olduğunu göstermiştir (Çorapçıoğlu, 1998: 23). Yalnızlık, ben kimliğini düzenleyen, ait olma duygusunu erittiği için, ruh sağlığına zararlıdır. Zack tarafından yapılan bir çalışmada, yalnızlığın mutsuzluk, keder, korku, öfke gibi duygulara ve yerinde duramama, başkalarına düşmanlık gibi davranışlara neden olduğu belirtilmiştir (Çorapçıoğlu, 1998: 23).

Tarifi zor, hissi çok ağır olsa da yalnızlık o veya bu şekilde, az veya çok hep hayatımızda olmuştur, olmaya da devam edecektir. Bazen bizi metrobüste yakalayacaktır bizi, bazen kafamızı yastığa koyduğumuzda.

Kaynakça:

http://web.firat.edu.tr/sosyalbil/dergi/arsiv/cilt17/sayi1/237-260.pdf

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/219978

Bilişsel Davranışçı Terapi Eğitimi

Bilişsel Davranışçı Terapi

İnsanı oluşturan çeşitli özellikler içinde belki de en ona özgü olan, düşünme veya düşündüğünü düşünebilme yeteneğidir. Bu özelliğin insan psikolojisindeki yeri Antik yunan felsefesine kadar dayanır. 1960 yıllarda ise Aaron T. Beck’in geliştirdiği Bilişsel Terapi (Cognitive Therapy) düşüncenin ruhsal patolojilerin kavramsallaştırmasındaki yerini tartışılmaz biçimde psikoloji ve psikiyatri alanına kabul ettirmiştir. 1960’lı yıllarda ortaya çıkan psikanalize dönük tepkilerden de beslenen davranışçı terapinin bu yeni akımı olumlu karşılamasıyla bilişsel terapi akımı daha da ivme kazanarak Bilişsel Davranışçı Terapi ismiyle anılmaya başlamıştır.

“İnsanları rahatsız eden olaylar değil, bu olaylara yükledikleri anlamlardır” sözüyle Bilişsel Davranışçı Terapinin Bilişsel kısmını açıklayabiliriz aslında. Düşünsenize yoldan geçerken hiç tanımadığınız birisi size küfretti, bazılarımız korkup kaçabilir, bazılarımzı öfkelenip yanıt verebilir, bazılarımız da üzülüp ağlayabilir. Aynı olayı yaşayan bütün insanların farklı duygu ve davranışlarla tepki vermesinin sebebi o olayla ilgili düşünce biçimlerimizdir. Yani olayın kendisi değil, olayın yorumlama biçimimizin tepkilerimizin asıl belirleyicisidir. Bu noktada Bilişsel Davranışçı Terapide “Otomatik Düşünceler”, “Ara İnançlar” ve “Temel İnançlar” üzerinde durulur.

Davranış kısmı ise genel bir tanımla öğrenme ilkelerinin davranış bozukluklarının analiz ve müdahalelerin sistematik bir biçimde uygulanışı olarak tanımlanabilir. Müdahaleler doğrudan uyumsuz davranışlar üzerine odaklanır. Davranışçı tedavide bireye tedavinin mantığı aktarılıp, kaygı verici durumlarla karşılaştığında kaçmak yerine, kaygıyla başa çıkmak konusunda ne tür yöntemler uygulayabileceği aktarılır. Uygulanan tekniklerden bazıları “Davranış Deneyleri”, “Exposure”, ve “Gevşeme”dir. Bu noktada “Exposure” bir örnek verecek olursak fobileri düşünebiliriz, örneğin kedi fobisi. Bu örnekte maruz bırakma tekniği uygulanarak kişilerin korkularının üstlerine gitmeleri hedeflenir. Kişi aşamalı olarak kediyle yüzleştirilir, önce kediyi hayal etmesi sonra 15 metreden kediye bakması, sonra 5 metreden kediye bakması, sonra kedinin yanında durması gibi.

Fobilerin bilinen tek tedavisi bilişsel davranışçı terapidir.

Bilişsel davranışçı terapi süreci genel olarak 3 aşamadan oluşur. İlk aşamada danışanın var olan sorunu değerlendirilir, danışanı aktif sürece hazırlamak için gerekli bilgilendirmeler, “psiko-eğitim” yapılır ve model danışana aktarılır. Bu aşama tamamlandıktan sonra daha aktif aşamaya geçilir ve danışana uygun bilişsel ve davranışçı müdahaleler uygulanır. Sorunlar belirli derecede azaldığında son aşamaya sonlandırma ve yenilemeyi önleme aşamasına geçilir. Bu aşamada danışana daha çok sorumluk verilerek, sorunlar tekrarladığında neler yapılacağı konuşulur. Gerektiğinde güçlendirici seanslar süreç sonlandığında da uygulanabilir.

Dayandığı temel itibarıyla diğer psikoterapilerden farklı olan bilişsel terapinin tedavi uygulamaları süreç ve içerik olarak yapılandırılmıştır. Öncelikle kişinin güncel sorunlarına odaklanır, süre olarak daha sınırlı, ve daha çok sorun çözme hedeflidir. Bilişsel Davranışçı terapi sadece başvuranların güncel sorunlarını çözmez aynı zamanda bütün yaşamları süresince sorunlarını çözmekte kullanabilecekleri özel birtakım beceriler de öğretir.

Bu beceriler çarpık düşünceleri saptamak, inançlarını değiştirmek, çevreyle yeni ilişkiler kurmak ve davranış değişikliğidir.

BDT’nin etkin olarak çalıştığı bazı rahatsızlıklar aşağıda örnek olarak verilmiştir.

  • Anksiyete bozuklukları
  • Obsesif kompulsif bozukluk
  • Panik bozukluk
  • Travma sonrası stres bozukluğu
  • Yaygın anksiyete bozukluğu
  • Depresyon
  • Cinsel işlev bozuklukları
  • Çift tedavileri ve aile terapileri
  • Sosyal fobi
  • Özgül fobiler
  • Tik gibi çeşitli davranış problemleri
  • Öfke kontrolü

Kaynakça:

http://www.bilisseldavranisci.org/index.php?option=com_content&view=article&id=59%3Abilisel-davranc-terapi-nedir-

https://www.psikiyatri.org.tr/halka-yonelik/36/bilissel-davranisci-psikoterapi

Bağımlı Kişilik Bozukluğu

İlişkiler ve Bağlanma

“Bağlanma, çocuk ile bakım veren kişi arasında gelişen ilişkide, çocuğun bakım veren kişiyle yakınlık arayışı ile kendini gösteren, özellikle stres durumlarında belirginleşen, tutarlılığı ve sürekliliği olan duygusal bir bağ olarak tanımlanmaktadır. Bağlanma yalnızca çocukluk ile sınırlı olmayıp yaşam boyunca sürer. Bağlanma sürerken doğası ve ifade ediliş şekli değişir. İlk temel ilişki olan anne çocuk ilişkisi, sonraki yaşam dönemlerindeki bağlanmalar için örnek olur.”

Yapılan çalışmalarda “güvenli bağlanan bebekler, anneleri ile birlikte oldukları sırada onlarla sıcak ilişkiler kurmuşlar, çevreyi keşfetmekte hevesli davranmışlar, odaya bir yabancı girdiğinde hafif ama kalıcı olmayan bir endişe yaşamışlar, anne odadan ayrıldığında görülebilir şekilde üzülmüş, anne geri döndüğünde ise onu sıcak bir şekilde karşılamış, rahatlamış ve anneye yakın olmak istemişler. Kaygılı-kaçınmacı bebekler annelerine ve onların nerede olduklarına ilgi göstermemişler, anneleri odadan ayrıldığında veya odaya geri döndüğünde çok az tepki göstermiş ya da hiç tepki göstermemişler. Kaygılı-kararsız bebekler annelerinin nerede olduklarına, onların ulaşılabilir olup olmadıklarına, onlarla sık sık sözel ve fiziksel temas kurmaya yoğun bir şekilde tetikte olmuşlar. Anne odadan ayrıldığında yoğun endişe yaşamış ve geri döndüğündeyse sakinleşmekte zorlanmış, annelerine hem yakın olmak istemiş hem de yoğun öfke ve direnç göstermişler.”

Bu bağlamda bağlanma, başka bir kişiden yakınlık bekleme eğilimi ve bu kişi yanında olduğunda bireyin kendisini güvende hissetmesidir. Bebek anneyle geliştirdiği bağlanma stilini yaşamının ilerleyen dönemlerinde de yeni kurduğu ilişkilerde de kullanma eğilimindedir. Bu yüzden anne çocuk bağlanması yani ilk temel ilişkinin önemi büyüktür.

Bu konuda yapılan araştırmalar sonucu 3 tip bağlanma tipi belirlenmiştir: Güvenli, kaçınmacı, kaygılı.

Güvenli Bağlanma

Güvenli bağlanan bireyler, bağlanmaktan ve yalnız kalmaktan rahatsız olmazlar. Terk edilmek ve bağlanmak zihinlerini fazla meşgul etmez. İlişkilerde stres yaratan durumlar karşısında bu konuyla başa çıkabilecekleri konusunda kendilerine güvenirler, duygularını açıkça ifade ederler ve çatışmalardan kaçınmak yerine onlara çözüm bulurlar. Bu kişiler daha kolay ilişki kurarlar ve ilişkileri daha uzun sürelidir. Diğer bağlanma stillerine göre daha empatik, affedicidirler ve cinsellikten keyif alırlar.

Kaygılı-Kararsız Bağlanma

Kaygılı/kararsız bağlanan bireyler kendilerinin istekli olduğu kadar karşı tarafın istekli olmadığını düşünürler. Çok fazla yakınlık ihtiyacı içindedirler bu yüzden çevreleri tarafından yapışkan olarak nitelendirirler ve etraflarındaki insanlar bu yüzden onları terk eder. İlişkilerinde karşı tarafa güvenmelerine rağmen çok fazla yatırım yaparlar, vericidirler ama bunun yanında bir o kadar da kıskançtırlar. Sürekli terk edilmekten korkarlar ve ilişkileri genelde kısa sürelidir. İlişkilerinin fiziksel ve besleyici yanlarından hoşlanıp, cinsellikten daha az keyif alırlar. Sarılıp uyumayı cinselliğe tercih ederler.

Kaçınan Bağlanma

Bu bağlanma stiline sahip bireyler ilişkilerinde yakınlık kurmak istemezler, ilişkilerin gerekli olmadığı düşünürler. İlişki kursalar bile soğuk ve ilgisizdirler çünkü yakınlık ve samimiyetten rahatsızlık duyarlar bu onların benliklerine bir tehdittir ve sınırlar gereklidir. İlişkilerden asıl kaçmalarının sebebi çok kırılgan olmalarıdır, diğer bir deyişle ait olma ihtiyacını çok yoğun hissetmelerine rağmen reddedilme kaygıları daha baskın geldiği için kaçınırlar ve bir nevi kendilerini korumak için sürekli kaçınmayı tercih ederler. Kendilerini açmazlar ve karşı tarafın da kendisini açmasından memnun olmazlar. Kaçınan bağlanan insanlar ebeveyn olmayı en az oranda arzulayan ve olduğunda da bundan en az doyum alan gruptur. Bununla birlikte tek gecelik ilişkileri diğer gruplara nazaran daha fazladır bu ilişkilerde de duygusal yakınlıktan kaçınırlar.

Kaynakça:

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/115119

İnsanlar Neden Yalan Söyler?

Çocuk ya da yetişkinler iç dünyalarını, psikolojik iyi oluşlarını duygusal anlamda koruyabilmek için bir takım kalkanlara ihtiyaç duymaktadırlar. Bu kalkanlara psikoloji bilimindeki ismiyle savunma mekanizmaları denmektedir. Savunma mekanizmaları aracılığıyla bazı zorlu durumlardan kaçabilmeyi keşfetmiş insanoğlu için yalan söylemek de bir savunma mekanizmasıdır. Yetişkin ve çocuklar bu anlamda ayrışırken çocuklar iç dünyalarını korumak anlamında bir yetişkine göre daha az donanıma yani savunma mekanizmalarına sahip oldukları için yalana daha sık başvurabilmektedir. Çocuklar neden yalan söyler sorusuna cevap aranırken araştırmacılar çocukların; korktuğu, kardeşini kıskandığı, herhangi bir sıkıntı sonucu içinde bulunduğu stresli durumla baş etmede zorluk yaşadığı, çevresinin dikkatini çekebilmeyi amaçladığı, çevresindeki yetişkinlerin onayını alabilmeye çalıştığı, takdir edilmeyi amaçladığı veya yeni bir yaşantıya uyum sağlayabilmeyi başarmak için yalan söyleyebildikleri sonucuna varmışlardır. Tüm bu nedenlerle birlikte çocukların 7 8 yaşlarına kadar söyledikleri gerçeklikle bağdaşmayan sözlerini yalan olarak değerlendirmemek gerekmektedir. Ahlaki gelişim evreleri açısından bakacak olduğumuzda bu yaş dönemi çocukları için kurallar vardır ve değiştirilebilmesi de zordur. Çocuklar bilişsel olarak yalnızca bu bilişe sahip iken yalan söylemesi ve var olanı bilinçli bir şekilde değiştirmesi de beklenemez. Dolayısıyla bu dönemde çocuk tarafından dillendirilen gerçek dışı ifadeler gerçeklikle bağı o şekilde kurduklarından kaynaklanmaktadır. Şimdi 7 8 yaş ve sonrası çocukların başvurmuş olduğu yalan söyleme davranışının nedenlerini sorguladığımızda:

Kıskançlıktan söylenen yalanlar: Yetişkinler kıskançlıklarını farklı boyutlarda yaşar ve yansıtırken, çocuklar bu içgüdüleriyle başa çıkamayıp yalan söylemek yoluna gidebilirler. Kardeşini kıskanan bir çocuk annesine kardeşinin ona vurduğunu söylerken, arkadaşlarının kıyafetini kıskanıp o kıyafetlerden kendisinde de olduğunu söyleyebilir. Çocuklar bu tür yalanlara başvurduklarında çevresi tarafından reddedildiğinde sinirlenip agresif davranışlar sergileyebilirler. Bu gibi durumlarda yetişkinlerin yalanı fark ettiklerinde üzerinde durmamaları ve çocuğu gerçekliğe davet etmek yapabilecekleri en doğru tepkilerdendir.

Mutsuzluktan söylenen yalanlar: Mutlu olmak insanoğlunun en önemli yaşam amaçları arasında yer alır. Mutlu olmanın hayati öneminden dolayı mutsuz insanlar mutlu olabilmek için her şeyi yapabilirler. Çocuklar ise bu durumdan kurtulabilmek için sınırlı davranış kalıplarına sahip olduğundan yalana başvurabilirler. Anne-babası sürekli kavga eden bir çocuk, sorulduğunda ailesinde hiçbir sorun olmadığını; sınıf arkadaşlarıyla iletişim kuramayan bir çocuk anne babasına sınıfta en sevilen kişinin kendisi olduğunu söyleyebilir. Böyle bir durumla karşılaşan yetişkinler, çocuğun yalanını ortaya koymadan “sanırım çok üzüldüğün için böyle konuşuyorsun, hadi gel biraz sohbet edelim” gibi bir yaklaşımla çocuğun bu problemini konuşup onun rahatlamasını sağlayabilirler.

Stresle başa çıkmak adına söylenen yalanlar: Çocuklar sevdiği bir yakınını ya da evcil hayvanını kaybettiğinde bu tip yalanlara başvurabilmektedirler. Bu durum, çocuğun bu yaşantıyı reddetmesi ve diğer bir savunma mekanizmasının eşlik etmesiyle açıklanabilir. Anne babasını kaybeden çocuklar, çoğu kez onları hayattaymış gibi yansıtabilirler. Bu durum çocuk için stresle başa çıkmanın bir yolu olarak değerlendirilmeli ve bir uzmandan psikolojik yardım alınması sağlanmalıdır.

Dikkat çekmek için söylenen yalanlar: Çocuklar için çevrenin ilgisini çekmek önemli amaçlardan biridir. Bu yüzden buna ulaşmak için yalan onlar açısından iyi bir argümandır. Örneğin tatilde Akdeniz’e gittiğini ve çok eğlendiğini söyleyebilir veya okula gitmediği halde okulda çok eğlendiğini söyleyebilir. Bu gibi durumlarda yetişkinler bunu şaka olarak değerlendirip gerçekliğe davet edici tepkiler verebilir.

Korkudan söylenen yalanlar: Çocuklar korktuklarında çok sık yalana başvurabilmektedirler. Evde bir eşyayı kıran bir çocuk görmediğini söyleyerek inkar yoluna gidebilirken, başka bir çocuk altını ıslattığında bunun başkası tarafından yapıldığını söyleyebilir. Bu durum sadece korkudan kaynaklanan ve kendisini korumak adına başvurduğu bir yoldur. Küçük çocukların kendi dünyalarında kurguladıkları, onların gerçeklikleri olan değişimleri yalan olarak kabul etmek hatalı olduğu kadar, çocuğa bu nedenle kızmak, yalan söylediğini yüzüne vurmak da çocuğun kişilik gelişimi açısından büyük olumsuzluklar yaratır. Ayrıca korkuyu çocuk yetiştirmede bir araç olarak kullanan anne babaların çocuklarının daha sık yalan söyleme davranışına başvurdukları gözlenmiştir. Bu yüzden aileler korkuyu bir eğitim aracı olarak kullanmaktan vazgeçmelidir.

Takdir edilmek için söylenen yalanlar: Çocuklar da yetişkinler de onaylandıklarını ve takdir edildiklerini hissettiklerinde özgüvenleri bu durumdan olumlu etkilenir. Fakat yetişkinler bu ihtiyacını karşılamak adına daha karmaşık davranışlar sergileyebilirken çocuklar bu ihtiyaca yalan söyleyerek ulaşmayı keşfedebilirler. Çocuğun bundan kaynaklı yalan söylediğini fark ettiğimizde konunun fazla üzerine düşmeden gerçek başarılarını ortaya çıkarmak ve konuşma gündemi haline getirmek aynı ihtiyacını karşılarken gerçekliğe dönmesini ve başarılarını gerçekçi gözle görmesini sağlayacaktır.

Model alınarak öğrenilen yalanlar: Yetişkinler yalanı çocuklar için bir kusur olarak görmelerine rağmen bazen çocuklarına yalan söylemeleri için uygun ortamlar hazırlayabilmektedir. Örneğin anne ve babalar eşlerinden çekindiği için çocuğun kendisinden yalan söylemesini istemiş olabilir. Bu gibi çözüler elbette ki çocuğun da yaşantısı olacak ve o da zor durumda buna başvuracaktır. Çünkü yalan bir problem çözme yolu olarak aile tarafından öğretilmiştir.

Aileyi hayal kırıklığına uğratmamak adına söylenen yalanlar: Bazı durumlarda ailenin beklentisi çocuğun kapasitesinin üzerinde olabilir ve çocuk bu stresli durumun üstesinden gelebilmek adına yalana başvurabilir. Bu gibi durumlarda çocuğu yalana iten neden fark edilince beklentiyi yumuşatmak yapılabilecek en uygun adım olabilmektedir.

Sıla Getir Aydoğan

Uzman Psikolojik Danışman

“GERÇEK AYAKKABILARINI GİYMEDEN, YALAN DÜNYAYI ÜÇ KEZ DOLAŞIR.”
MARK TWAIN

mindfulness eğitim

“Ben Değerliyim, Sen Değerlisin”

“BEN DEĞERLİYİM, SEN DEĞERLİSİN”

Yaşamın en önemli olaylarından birini doğum oluşturur. Peki bir insan kaç kere doğar? Cevap bunun çok net bir cevabı olduğu olabilir. Ancak yapılan çalışmalar, insanların 5 yaşına kadar 4 kez doğduklarını ifade etmiştir. Ana rahmine düşmekle başlayan hücresel doğumu, bebeğin nefes almaya başladığı biyolojik doğum, bebeğe bakan kişi ile temasın oluştuğu psikolojik doğum ve çocuğun okula başlamasıyla başlayan süreçte sosyal doğum izler. Ana rahminde geçen 9 ayın insanların yaşayabileceği en mükemmel çevrede bulundukları zaman dilimi olduğu ifade edilir. Çocuk doğduktan sonra ise bu ortamdan uzaklaşır ve kendisini gerçek yaşama yabancı hissettiği kısa bir döneme girer. Anne ile ya da kendisine bakan kişiyle temasına kadar bu yabancılaşma devam eder ancak; anne ile kurduğu temastan sonra psikolojik doğum gerçekleşmiş olur. Kurduğu bu temas bebeğe rahatlatma hissi vererek dışarıda yabancılık duygusu yaşadığı hayatın çok da kötü olmadığı hissini fark ettirir. Çocuk için hayatta kalmasının en önemli nedenlerinden biri olan temasın varlığı veya yokluğu onun varlığına dair değerli ya da değersiz hissetmesine neden olur.

Bebeğin psikolojik doğumundan itibaren başlayan bu süreç bireylerin yaşamlarındaki yerlerini belirlemelerine neden olur. İnsanların yaşamda olabilecekleri dört tane pozisyon tanımlanmıştır:

  • Ben Değerli Değilim, Sen Değerlisin.
  • Ben Değerli Değilim, Sen Değerli Değilsin.
  • Ben Değerliyim, Sen Değerli Değilsin.
  • Ben Değerliyim, Sen Değerlisin.

Bütün bebeklerin dünyaya “Ben Değerliyim, Sen Değerlisin” pozisyonu ile dünyaya geldikleri ifade edilir. Ancak, insanın yaşamda mücadele ettiği şeyin, fiziksel doğumundan sonra psikolojik doğumuyla beraber kendisine bakan ile kendisi arasındaki fiziksel olarak küçük ve bakım ihtiyacının olmasının, aşağılık değersizlik duygusuna yol açtığı belirtilir. Bu duygu da insanı karşısındaki kişinin değerli olduğu ancak kendisinin değerli olmadığı yönündeki Ben Değerli Değilim, Sen Değerlisin(+,-) pozisyonuna getirir. Bu konumun doğumdan sonra normal ve mantıklı bir sonuç olduğu söylenmektedir. Çünkü çocuk, henüz kendisi kontrolünü sağlayabilir, kendi çizgisini çizebilir yeterliliğe ulaşmamıştır. Bu nedenle başkalarından ona gelen tepkiler onun için yönlendirici olur. Bu kişiler kendisine göre diğerinin daha iyi olduğunu düşünürler.

Bebekler, temas ile yaşamlarını devam ettirirken kendileri için yeni bir deneyim ile karşılaşırlar: artık yürüyebilme becerisine sahiptirler. Bir şeylere ulaşmak için artık kendisi hareket edebilirler. Bu esnada tam olarak gelişmeyen becerisi ile gösterdiği davranışlarda hata yapıp kendine zarar vermeler başladığında cezaların sıklığı da artabilir. Bebekliğin ilk zamanlarında var olan rahatlığın ve temasın azalması uzun bir süre telafi edilmediğinde bebek, Ben Değerli Değilim, Sen Değerli Değilsin(-,-) pozisyonuna gelir. Bu kişiler hem kendisinin hem de diğerinin bir şeyleri değiştirmek için güçleri olmadığına inanırlar.

Doğumun normal pozisyonu olarak değerlendirilen bebeğin kendini zayıf hissetmesinden sonra eğer bebek kendisine bakan kişi/kişiler tarafından kötü muamele görüyorsa, kendisini onarmak için kendi kendine temas içinde bulunabilir. Bu şekilde Ben Değerliyim, Sen Değersizsin(+,-) pozisyonuna geçer. Bu kişiler kendilerini güçlü görerek diğerinin zayıf olduğuna inanırlar.

Son yaşam pozisyonu ise Ben Değerliyim, Sen Değerlisin(+,+) şeklinde tanımlanan diğer pozisyonlardan farklı olarak ulaşılması istenen bir pozisyondur. Diğer pozisyonlarda bireyler bunları bilinçli olmadan kazanır ve yerleştirir. Ancak Ben Değerliyim, Sen Değerlisin pozisyonunda bilinçlilik ve sözel ifade yer alır. Anlatılan ilk üç pozisyonda duygular ön planda iken, sonuncusunda düşünce ve eylem devreye girer. Bu pozisyonda bireyler, sorunları çözmede daha yeterli olurlar; çünkü hem kendi hem de diğerlerinin değerinin farkındadır. Bu nedenle yaşamdaki zorluklar karşısında Ben Değerliyim, Sen Değerlisin(+,+) pozisyonunda kalabilmek önemlidir.

Bireylerin “Ben değerliyim, sen değerlisin” diyebilmeleri için onların yaşamlarındaki en önemli ihtiyaçlarından biri olan kabul edilme ihtiyacının karşılanmasıdır. Bir bireyin kabul ihtiyacını karşılayan ve kabul edildiğini gösteren her eylem “kabul iletisi” olarak tanımlanır. Kabul iletileri, koşullu olumlu/olumsuz ve koşulsuz olumlu/olumsuz olarak sınıflandırılır.

KABUL İLETİLERİ

KOŞULLU   KOŞULSUZ

 Olumlu (+)   Olumsuz ( – )

Kabul iletilerinin yapısına bakıldığında günlük yaşamda sıklıkla kullandığımız cümleler oldukları görülmektedir. Önemli olan geribildirimde bulunurken karşıdaki kişinin varlığına yönelik olumsuz ifadeler kullanılan koşulsuz olumsuz kabul iletilerini kullanmamaktır. Çünkü bu durum bireyi, kendi yaşam pozisyonu içinde değersiz konuma getirebilir.

Kabul iletileri insanların yaşamında bir ihtiyaçtır. Yaşamdaki varlığı sürdürebilmek için insan kabul iletilerini ister, gelen kabul iletilerini reddedebilir, kabul iletilerini hem başkalarına hem de kendisine verebilir. İçten ve samimi olan her kabul iletisinin iyileştirici bir yönü vardır.

Sıla Getir Aydoğan

Uzman Psikolojik Danışman